Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki ilişkiler uzun zamandır yerinde sayıyor. 2011 yılının geneline bakıldığında “ne bir ses ne de bir nefes” havasının giderek kronikleşmeye başladığını söylemek mümkün. Hedefleri, vizyonları ve geleceğe ilişkin beklentileri aynı olan ortaklardan bahsetmenin giderek zorlaştığı ilişkiler açısından 2012’nin umutları yeşertecek bir potansiyele sahip olduğunu söylemek de pek mümkün değil. Herkesi şaşırtacak ve dengeleri beklenmedik şekilde değiştirecek radikal nitelikli politik gelişmeler olmadığı takdirde 2012 de Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerindeki kayıp yıllar listesindeki yerini almaya aday gözüküyor. 2012’nin bununla da kalmayıp ilişkiler açısından yeni bir kriz yılı olma potansiyeli de oldukça yüksek.
Ankara-Brüksel hattındaki ilişkinin canlılık düzeyini ölçmenin en somut ve basit yöntemi müzakere sürecinde kaydedilen ilerlemeye bakmaktan geçiyor. 3 Ekim 2005’te büyük bir enerji ve istekle müzakerelere başlayan Türkiye, bugüne kadar sadece 13 müzakere başlığını açıp bunlardan sadece birini geçici olarak kapatabildi. Başlık açılan son tarih ise 30 Haziran 2010. Bu tarih bile müzakere sürecinin derin bir komaya girdiğini göstermeye yetiyor. Her ne kadar Ankara, başlık açmanın önemli olmadığı tezini savunup “Gerekirse Ankara kriterleriyle yolumuza devam ederiz” dese de üyelik sürecinde başlık açmak olmazsa olmaz bir gerekliliktir. Bunun tersini iddia edip başlık açmanın önemini minimalize etmeye çalışmak ise ya popülizmdir ya da ciddi bir algı sorunu göstergesidir.
Gelinen aşamada müzakere sürecinde yaşanan tıkanıklığın sorumluluğu büyük ölçüde Avrupa Birliği’nde. Teknik nitelikli olması gereken süreci iç siyaset güdüsüyle politize eden Kıbrıs ve Fransa, Avrupa Birliği’nin genelini esir almış durumda. İlişkilerin 2012’deki yönünü de büyük ölçüde bu iki ülkeyle ilgili gelişmeler belirleyecek.
Güney Kıbrıs’ın 2012’nin ikinci yarısında Avrupa Birliği Dönem Başkanlığı koltuğuna oturacak olması Ankara ile Brüksel arasında kriz yaşanması olasılığını yükselten bir unsur olarak dikkat çekiyor. Türkiye, 1 Temmuz 2012’ye kadar Birleşmiş Milletler himayesinde yürütülen müzakerelerde Kıbrıs sorununa kapsamlı bir çözüm bulunmasını istiyor. Adadaki soruna bulunacak kapsamlı bir çözüm Türkiye’nin Avrupa Birliği süreci açısından da doping etkisi yaratma potansiyeli taşıyor. Bu yönde bir adım atılması halinde Türkiye’nin liman ve havaalanlarını Rum bandıralı gemi ve uçaklara açmaması nedeniyle askıda olan sekiz başlık serbest kalacağı gibi Kıbrıs Rum Yönetimi’nin aynı nedenlerle bloke ettiği altı başlığın açılmasının önünde de mantıklı bir neden kalmayacak. Ankara, Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği’ndeki bazı ülkeler temmuza kadar çözüm için bastırsa da Kıbrıs Rum Yönetimi’nin çözüm olmaksızın Dönem Başkanlığı koltuğuna oturmak ve Türkiye’yle yeni bir krizin sefasını sürmek konusunda oldukça kararlı olduğu görülüyor. Bu durumda ise Türkiye, Avrupa Birliği’yle ilişkilerini kurumlar nezdinde sürdürüp Dönem Başkanlığı’nı yok sayan bir politika izleyecek. İlk bakışta zor gibi gözükse de uygulanabilir olan bu politikada dikkat edilmesi gereken ana noktayı ise olası bir kriz ortamının yaratacağı olumsuzlukların zaten kötü durumda olan Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinin genelini etkileyecek boyuta taşınmaması oluşturuyor.
Fransa’da 22 Nisan ve 6 Mayıs’ta yapılması öngörülen iki turlu cumhurbaşkanlığı seçimlerinden çıkacak sonuç da Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerini yakından ilgilendiriyor. Şu ana kadar yapılan kamuoyu yoklamalarında öne çıkan tablo geçerli olur ve Türkiye karşıtlığı tavan yapan Nicolas Sarkozy’nin yerine sol kanadın adayı François Hollande geçerse Türkiye-Avrupa Birliği arasında Sarkozy’nin tutarsız, mantıksız ve bir o kadar da vizyon yoksunu yaklaşımlarının yerini daha pragmatik adımlar alabilir. Ancak Hollande’ın da Türkiye’ye açık çek vermesi beklenmemeli. Özellikle Fransa Ulusal Meclisi tarafından kabul edilen ve Senato’dan geçme olasılığı da oldukça yüksek olan Ermeni soykırımı iddialarını reddedenlerin cezalandırılmasına yönelik yasaya Türkiye’nin vereceği tepkilerin dozunun, Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinde Fransa’nın takınacağı tavrı birinci derecede etkileme potansiyeline sahip olduğu unutulmamalı. Anketlerin yanılması ve Sarkozy’nin koltuğunu koruması halinde ise kayıp yılların sayısının 2012’yle sınırlı olmayacağını söylemek için kahin olmaya gerek yok.
Dış gelişmelerin yanı sıra Türkiye’nin iç sahada atacağı adımlar da süreç açısından önemli. Bununla birlikte son dönemde Türk hükümetinin Avrupa Birliği hevesinin iyiden iyiye azalması, bunun halkın Avrupa Birliği’ne yönelik ilgisini neredeyse sıfıra indirmesi, özellikle ekonomik alanda yaşanan gelişmeler sayesinde patlama noktasına gelen özgüven ortamının da körüklediği “Avrupa Birliği’ne neden ihtiyacımız olsun ki?” söylemi, Ankara’nın reform karnesinin 2012’de de vasatı aşmayacağının sinyalleri niteliğinde.
Ortaktan çok rakip mantığının egemen olduğu Avrupa Birliği sürecinde Ankara artık siyasi engellerden sıyrılmış “adam gibi bir müzakere süreci” bekliyor. Brüksel’in ise bu beklentiyi karşılamaya ne gücü, ne de isteği var. Durum böyle olunca da ismi farklılaşsa da üyelik dışı alternatiflerin çekiciliği her iki taraf için da artıyor. 2012’yi ya tamam ya devam yılı olarak tanımlamak pek doğru olmasa da Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri açısından her anlamda belirleyici nitelikte bir yıl olacağı kesin…